Fırsat nasıl kaçıyor...

-
Aa
+
a
a
a

Başımızın derdi “türban”, bizi Avrupa’da güçlü ve sözü dinlenir bir ortak yapacak iken, fırsatı kaçırıyoruz yine...

 

Avrupa’da, Avrupalı olabilmek, sözünü dinletmekten, standartları belirlemede rol oynamaktan geçiyor. Yoksa “söz dinleyenler” sınıfına girip bekliyorsunuz, işiniz söylenenleri uygulamak oluveriyor.

 

Son AB Anayasası ile ilgili toplantılar bunun en güzel örneklerinden birisini oluşturdu, Polonya toplantıyı terk etti, İspanya anayasa taslağına çekincesini yüksek ses belirtti ve bu konudaki toplantılar da daha sonraya erteleniverdi.

 

Kısacası bu olay ile birlikte AB, bir yandan gelişme ve genişleme sürecini büyüteç altına alırken, bir yandan da Polonya’nın farkına varıverdi.

 

Geçtiğimiz yıllarda, Polonya’nın tarımsal üretiminin, özellikle Fransız tarımını tehdit ediyor oluşundan ötürü bir sıkıntı ve rahatsızlık vardı olmasına, ama bu bütün AB’yi pek ilgilendirmiyordu, hatta diyet ödeyen Almanya, Polonya’nın varlığı ile içsel huzurunu bulduğunu varsayıyordu. Ama, yeni kaza atlatmış bir devlet adamının toplantıya tekerlekli iskemle ile gelip, basının odak noktası olmasının ardından, AB de “şef devlet yoktur” anlayışını öne sürüp, anayasa toplantılarını erken terk etmesi, Polonya’nın yalnızca bir tarım sorunu ile gelmediğinin de altını çizdi...

 

Türban meselesi, Türkiye’nin ciddi iç sosyo-politik meselesidir.

 

İslamın siyasallaşması olarak algılanmakta olan bu sorun, “Atatürk ilke ve devrimleri” ile ters düştüğü için, iktidardaki AKP’nin anlayışı ile de uyuştuğundan sorun olmaya devam edecektir.

Oysa, değişimden söz ederek, pek çok tepki oyunu “emaneten” alan AKP, türban meselesini kendisi çözdüğü takdirde, emanet oylar, gerçek oylar haline gelebilecektir, bununla da kalmayıp, Milli Güvenlik Kurulunda çok daha uyumlu bir çalışma ortamı sağlanabilecek, pek çok kişiden, yeni bir oy potansiyeli de sağlanmış olacaktır.

 Strasbourg'daki eylemden (Reuters)

 

Öte yandan, Türkiye belki de beklemediği bir ağırlığı AB ülkeleri üzerinde gerçekleştirme olanağını da sağlamış olabilecektir türbanı çözmekle.. Çünkü geçtiğimiz hafta sonunda, Fransa’nın Strasbourg kentinde türban ile ilgili ciddi sokak gösterileri yapılmış, Alman şansölyesi geri adım atma gereğini duymuş ve Fransa da “bu işin içinden nasıl çıkarım” diye düşünmeye başlamıştır.

 

“Yüzde doksandokuzu” Müslüman olan “lâik Türkiye Cumhuriyeti”nde Hıristiyan ve Yahudi bayramlarının da resmi tatil günü kabul edilmesi olacak iş değildir, aynı Fransa gibi çoğunluğunu Hıristiyanların oluşturduğu bir lâik ülkede, diğer dini bayramların resmi tatil kabul edilemeyeceği gibi.. Oysa, türban ile ilgili tartışmalar şimdi bir de bu tatil günleri tartışmalarını getirdi gündeme Fransa’da... Yani dişe diş, göze göz bir savaştır sürüyor...

 

Gerçeği göz ardı ederek bir yere varılamaz

 

Türkiye’de “kamusal alanlarda” hiçbir dini kıyafet ile ya da dini simgelerin öne çıkartıldığı biçimde bulunulamayacağı aşikârdır. Bu konuda ısrarcı olmak, bugün iki bölgeli Kıbrıs’ın başımıza açtığı AB sıkıntısından daha büyük sıkıntıların ortaya çıkmasına neden olur.

 

Türkiye’nin gerçeğini beğensek de, beğenmesek de masada görmek ve anlamak durumundayız. Burada şahsi görüşlerimiz önemli değildir, Türkiye’de etkin ve parlamento dışından söz sahibi olan bir ordu gücü vardır. Sosyal bir sınıf olarak var olan bu güç, aynı zamanda Cumhuriyetin temel ilkelerini korumakla kendisini görevli kılmıştır, kamuoyu da bu görevlilik durumunu desteklemektedir. O halde masanın üzerinde duran bu gerçeği gözardı ederek bir yere varılamaz.

 

Kamusal alandan kasıt, devlet daireleri, okullar ve adli makamlardır. Üniversitelerin özerk olduklarını kabul edersek eğer, onların kendi kararlarını kendilerinin vermelerini düşünebiliriz, ancak henüz Türkiye’de özerk üniversite varlığından söz edemiyoruz, aynı özgür yargıdan söz edemediğimiz gibi. O halde onlar da bu çorbanın içindedirler.  Elbette, kamusal alanların tam ve doğru olarak belirlenmesinin ardından, resmi davetlerin “kamusal alan” kapsamına girmediğinin de altını çizmeli, kişisel hak ve hürriyetlere de gerekli saygı gösterilmelidir.  Hep bana hep bana diye, nalıncı keseri gibi yontmanın da bir anlamı yoktur. Demokratik Cumhuriyet demek, toplumu oluşturan katmanlar arasında saygı ve hoşgörüye dayalı sosyal sözleşmeleri yapabilmek demek değil midir?

 

Türkiye, kamusal alanlarını tayin edip, bu alanlarda dinsel giyim ve simgelerin kullanılamayacağını yasalaştırabilirse, o zaman bir AB standardını da oluşturmuş olabilecek, bu oranda da gücünü belirlemiş olacak ve AB’de de aynı standartlar geçerli olmak durumunda olacak, çünkü Türkiye artık AB yolundadır.

 

Yok eğer bunu beceremezsek, bu fırsatı kaçırırsak, o zaman, her zaman olduğu gibi “vallahi Almanlarla Fransızlar böyle dediler, biz de böyle yaptık” deyip oturacağız oturduğumuz yerde. Yine türban yasaklanacak, ama bu kez söylendiği için yapmak durumunda kalmış olacağız..

 

Gerçekleri görüp, ona göre hareket etmek çıkarımıza değil mi?